<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d22298983\x26blogName\x3dRosygarden\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dSILVER\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://rosygarden.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3den_US\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://rosygarden.blogspot.com/\x26vt\x3d386779555067991278', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Rosygarden

Just a rose trying to survive in a big and cruel garden...
 

Bahar...

Sunday, April 30, 2006


Tahin' in blogunda baharın gelişini bizlere bir kez daha hatırlattığı güzel fotoğraflarını görünce kıskandım ;) Hemen ben de onunki kadar güzel olmasalar da bir kaç tane bahar fotoğrafını bloguma ekleyeyim dedim. Aslında her gün işe giderken akşam eve dönerken gözlerimi dört açıyorum. Kuşlara, ağaçlara, aya bakıyorum. İlk defa bu baharda ağaçların nasıl baharla birlikte yeşillendiğini, çiçeklendiğini gördüm. Gerçek anlamda gördüm ya da daha doğrusu farkettim. Utanmasam bulduğum her fırsatta telefonumu çıkarıp baharın farkettiğim, gördüğüm her güzelliğini fotoğraflayacağım.

İşte utanmadığım birkaç anda çekebildiğim bir kaç bahar fotoğrafı:


Bahar Çiçekleri...

Dayanamadım bir papatya kopardım :( Özür dilerim :(

(ÖNEMLİ NOT: Yukarıdaki çiçekleri ben toplamadım. Ben bu konuda masumum:) Bunlar arkadaşıma gelen çiçekler.)

Keşke muhteşem kokusunu da iletebilseydim. Çok güzel kokuyordu.

(ÖNEMLİ NOT 2: Bunu da ben koparmadım.)

Arabayla geçerken telefonla ancak bu kadar çekebildim. Laleler harika görünüyordu.

Aslında bembeyaz çiçeklere bürünmüş çok güzel ağaçlar da gördüm sokak aralarında ama işte fotoğraflarını çekemedim. Zaten fotoğraf çekmeyi çok sevsem de bu konuda çok acemiyim. Bir türlü nesneleri gördüğüm şekillerini fotoğraflara yansıtamıyorum. Çok güzel bir an ya da çok güzel bir manzara görüyorum sonra fotoğrafını çekince o fotoğrafta o manzarayı, o anı göremiyorum. Neyse çeke çeke belki öğreniriz fotoğraf çekmeyi ;)

Aşkın Acı Hali...

Monday, April 24, 2006

Bu yazıyı okurken gözleriniz dolabilir, içiniz acıyabilir ve hatta yaralarınız tekrar kanamaya başlayabilir. Şimdiden uyarmış olayım...
Ama bazen içinizdeki acının dışarı çıkması gerekir ki ondan kurtulabilesiniz. Yoksa içinizde kalıp sizi kemiren bir kurda dönüşebilir. Onunla savaşmanın, alt etmenin tek yolu serbest bırakmak sanırım...
Kelimelerle aşk acısını anlatabilecek kadar güzel yazılmış. Yaşanmadan bunların yazılabileceğini sanmıyorum. Can Dündar mutlaka yaşamış ki bunu bu kadar güzel ifade etmiş.
Neyse işte yazı burda:

"AŞKIN ACI HALİ

Tam göğsünün ortasında bir yerin acıyacak...
Evinin seni içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu fark edeceksin...

Sokağa fırlayacaksın...
Sokaklar da dar gelecek...
Tıpkı vücudunun yüreğine dar geldiği gibi...
Ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl gökyüzü...
Kendini taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksin...
Birileri sana bir şeyler anlatacak durmadan..."Önemli olan sağlık.""Yaşamak güzel." "Boş ver, her şey unutulur."
Sen hiçbirini duymayacaksın...

Gözyaşlarından etrafı göremez hale geleceksin...
Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksin...
Hep ondan bahsetmek isteyeceksin...
"Ölüme çare bulundu" ya da "yarın kıyamet kopacakmış" deseler başını kaldırıp "ne dedin?" diye sormayacaksın...
Yalnız kalmak isteyeceksin...
Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak...
İkisi de yetmeyecek...

Geçmişi düşüneceksin...
Neredeyse dakika dakika...

Ama kötüleri atlayarak...
Onunla geçtiğin yerlerden geçmek isteyeceksin...
Gittiğin yerlere gitmek...
Bu sana hiç iyi gelmeyecek...
Ama bile bile yapacaksın...

Biri sana içindeki acıyı söküp atabileceğini söylese, kaçacaksın...
Aslında kurtulmak istediğin halde, o acıyı yaşamak için direneceksin...

Hayatının geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksin...
Aksini iddia edenlerden nefret edeceksin...
Herkesi ona benzetip...

Kimseyi onun yerine koyamayacaksın...
Hiçbir şey oyalamayacak seni...
İlaçlara sığınacaksın...
Birkaç saat kafanı bulandıran ama asla onu unutturmayan...
Sadece bir müddet buzlu camın arkasından seyrettiren...
Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek...
Boğazın düğümlenecek, dinleyemeyeceksin...
Uyumak zor, uyanmak kolay olacak...
Sabahı iple çekeceksin...
Bazen de "hiç güneş doğmasa" diyeceksin...
Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler...
Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin...
Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne çıkana sarılmak isteyeceksin...
Nafile...
Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek...
Rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istediğin...
Her sıçrayarak uyandığında onun adını söylediğini fark edeceksin...
Telefonun çalmasını bekleyeceksin...
Aramayacağını bile bile...
Her çaldığında yüreğin ağzına gelecek...
Ağlamaklı konuşacaksın arayanlarla...
Yüreğin burkulacak...
Canın yanacak...
Bir daha sevmemeye yemin edeceksin...
Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinden...
Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksın...
Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğin için kendinden nefret edeceksin...
Yaşadığın şehri terk etmek isteyeceksin...
Onunla hiçbir anının olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek...
Ama bir umut...
Onunla bir gün bir yerde karşılaşma umudu...
Bu umut seni gitmekten alıkoyacak...
Gel gitler içinde yaşayacaksın...
Buna yaşamak denirse...
Razı mısın bütün bunlara...?
Hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye...?
O halde aşık olabilirsin ... "

Can DÜNDAR

Who am I ?

Sunday, April 23, 2006

You Are Fall!

Thoughtful
Expressive
Creative
Poetic
Smart



Kesinlikle doğru :)) Ben zaten en çok sonbahar mevsimini, serin rüzgarlarını, sarı yapraklarını, ağaçların dökülen yaparaklarının üzerinde yürürken çıkan hışırtıları severim...

En son ortaokuldayken böyle testler çözmüştüm. Hala hoşuma gidiyormuş bunları cevaplamak :))


You Are a Light Pink Rose

You represent sweetness and grace.

Your vibe: Kind and gentle

Falling in love with you: is like falling in love with a best friend

No comment...
You Are a Carnation

You are down to earth and grounded.
You tend to be more traditional than trendy.
Your confidence gets you through anything.
People trust you and are very loyal to you.


Bu hiç uymadı :(

Your Power Color Is Blue

Relationships and feelngs are the most important things to you.
You are empathetic and accepting - and good at avoiding conflict.
If someone close to you is in pain, it makes you hurt as well.
You try to heal the ones you love with your kind and open heart.

Bu tam uyuyor bana... Gerçekten de insanlarla tartışmaya bile girmeyi sevmem. Bu yüzden bazen hakkımı bile savunmadığım oluyor:( İnsanların acılarını dinlediğimde mıknatıs gibi sanki onların acılarını üzerime alıyormuşum, çekiyormuşum gibi hissediyorum. Yani bu da doğru...

1001 Muslim Inventions




İslam dünyasının dünya kültürüne katkılarını ayrıntılı anlatan renkli, geniş ve faydalı bir site...
Ayrıca öğretmenler için sınıflarında kullanabilecekleri materyallere de yer verilmiş...
Faydalanılması dileğiyle...


http://www.1001inventions.com/index.cfm?fuseaction=main.viewSection&intSectionID=309

Yazmak, Karamsarlık, Fanilik üzerine...

Saturday, April 22, 2006

Yazmayalı uzun zaman oldu. Ne zamandır vakit ayıramıyorum bloguma yazmaya. Uzun zamandır belki de aylardır ilk defa kendimi rahat hissediyorum. Rahat kelimesi aslında su anki ruh halimi anlatmıyor ama anlatabilecek en yakın kelime olduğu için kullanıyorum. Bende bir gariplik var galiba. Nedense işler yolunda giderken, kendimi iyi hissederken yazacak bişey bulamıyorum. Ne zaman ki işler ters gitmeye ya da ben dertlenmeye, efkar bulutları üzerimde dolaşmaya başlıyor ben de yazmaya başlıyorum.

Artık blog tutma modası da geçiyor galiba. İnsanlar bloglarını kapatıyorlar. Ben de mi aynı şeyi yapsam diye düşünmeye başladım. Yazacak bişeyim yoksa ya da var olanları anlatacak mecalim yoksa ben de kapatmalı mıyım blogumu? Belki de bu durgunluk geçicidir. Biraz daha beklemeliyim. Bu dünyada her şey bitiyor, sona eriyor. Benim blogum sona ermiş, kapanmış çok mu?

Ölüm, fani olduğumuz hatta her şeyin, herkesin fani olduğu gerçeğini nasıl da yüzümüze vuruyor. Osmanlı tokatı yemiş gibi oluyoruz, afallıyoruz bu konu açılınca. Allah rahmet eylesinden başka söz bulamıyoruz söylenecek... Can Dündar bir yazısında diyordu ki "arada bir, çok bunaldığınızda, hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün". Bazen ben de bu yöntemi uyguluyorum. Gözümün önünde canlandırmaya çalışıyorum. Cansız bedenimi yıkayışlarını, beyaz kefenlere sarışlarını düşünüyorum. Annemle babam naparlardı, nasıl tepki verirlerdi bilemiyorum. İsyan edercesine ağıtlar yakıp kendilerini ordan oraya mı atarlardı yoksa sessizce göz yaşlarını mı akıtırlardı? Sonra en iyi arkadaşım, dostum geliyor gözümün önüne tabutumun başında, kabrimin başından en son ayrılanlar arasında. Gözyaşlarını görüyorum. Kabrimden ayrılırken hakkını helal et, benim hakkım helal olsun deyişini duyuyorum. Başka da kimseyi canlandıramıyorum. İş arkadaşlarım, patronlarım, arkadaşlarım, akrabalarım kim bilir hangisi gelir? Aslında hayatıma bir vesileyle giren herkes cenaze törenimde bulunsa hep birden "Helal olsun" deseler ne güzel olur... Allah hepimize helalleşerek gitmeyi nasip etsin inşallah...


Ya ben ne zaman bir yazı yazmaya başlasam böyle derin, acı konulara dalıyorum. Karamsarlığım tutuyor, birden kendimi sanki girdiğim mağaranın en karanlık en derin köşesinde karanlık da buluyorum. Neyse bir gün bize de neşe ve keyif veren yazılar yazmak nasip olur inşallah...

Rosegarden Tale..

Thursday, April 06, 2006


Bu akşam günlerden sonra ilk defa rahat rahat uyumak istiyorum. İyi bir uyku için her şeyden uzaklaşmak lazım. Hatta unutmak... Bunun en iyi yolu da sanırım masal dinlemek ama ne yazık ki bana bu yaşımda masal anlatacak birini bulamadım. Ben de kendi yazdığım masalı buraya yazayım bari dedim. Ama nasıl bitiriceğimi bilemiyorum. Masallar hep mutlu sonla biter. Ben masalımı nasıl mutlu bitireceğimi bilemiyorum :(

İşte masalım:


"Bir varmış bir yokmuş... Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde ülkenin birinde bir gül bahçesi varmış... Bu bahçedeki güllerin güzelliği ve gizemi önce o ülkeye sonra her bir yere yayılmış... Herkes başka bir hikaye anlatır olmuş bu güllerle ilgili. Aralarında bir tanesi varmış ki sadece bir kere açarmış ve öyle büyük dikenleri varmış ki kimse ona dokunmaya da, yaklaşmaya da cesaret edemezmiş. Bu gülün açtığı nadir anlarda etrafa müthiş bir koku yayılırmış. Derler ki bu koku bin derde devaymış. Ama gülün ne zaman açacağını kimse bilemezmiş..."


"Masalım şimdilik burda bitiyor. Devamını bir türlü yazamadım. Gülü cahilin biri koparsın sonra da gülün lanetine mi tutulsun? Yoksa bir prensesin hastalığına şifa mı olsun? Ya da bir prens prensesi için gülü koparmaya çalışırken dikenlere takılıp ölsün mü? O zaman masal olmaktan çıkar tabi :) Masala biraz karamsar başladım galiba, şimdi mutlu sonla bitirmek zor oluyor. Neyse masalın mutlu sonu için her türlü yardıma açığım :)

 

Powered by Blogger
make money online blogger templates

   





© 2006 Rosygarden | Blogger Templates by Gecko & Fly.
No part of the content or the blog may be reproduced without prior written permission.
Learn how to Make Money Online at GeckoandFly