<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d22298983\x26blogName\x3dRosygarden\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dSILVER\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://rosygarden.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3den_US\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://rosygarden.blogspot.com/\x26vt\x3d386779555067991278', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Rosygarden

Just a rose trying to survive in a big and cruel garden...
 

Ağlamak

Sunday, February 26, 2006



Ağlamak çoğu zaman acizlik ve güçsüzlüğün işareti olarak görülür. Gururumuz bize başkalarının yanında ağlamayı yasaklar. Kimsenin kendisine acımasına, bunu aklından bile geçirmesine izin vermez. Herkese karşı taktığımız maskeler ağlarken yüzümüzden düşüverir.İşte bu yüzden başkalarının yanında ağlamamız hem ayıptır hem de sakıncalı. Hem ne hakkımız vardır başkalarını da üzmeye, duygularını sömürmeye? Her daim güçlü olmalıyız hem. Kendi ayakları üzerinde duran tüm dertleri göğüs geren, her sorununu çözen, her şeyle başa çıkan olgun yetişkinler olmalıyız!

Oldu ki birileri bu norma uymadı, içindeki acıyı, hüznü daha fazla bastıramadı ve bizim yanımızda ağladı. Ne yapcaz şimdi peki? Mutlaka teselli etmek lazım, acısını dindirecek birşeyler bulup söylemek lazım, hiç bir şey bulamazsak ondan daha kötü durumda olanların halini anlatıp haline şükretmesini sağlamak lazım. Bu "lazım"lar uğruna saçmalamayı bile göze alırız. "Aman derdin bu muydu?", "Bunun için mi ağlıyorsun?", "Boş ver!", bazen babam gibi karşısındakinin acısına, acı çekmesine dayanamayıp azarlamaya kalkıp "Güçlü olman gerek, ağlamakla bu sorunu çözemezsin", bazen insafa gelip "Ağla, ağla rahatlarsın" vs. vs. vs. deyişlerimiz gibi...

Halbu ki o an ağlayan kişinin aradığı, ihtiyacı olan tek şey huzur içinde başını yaslayıp ağlayabileceği bir omuz bir de bir paket mendilden başka bir şey değildir. Ama biz bunları çok görürüz. İlla derdine derman olmamız lazım ya! Kahramanlık yapmaya kalkışmak yerine sadece dinlemek, anlamak demiyorum ama anlamaya çalışmak, duygularına saygı göstermek yetmez mi?

Ağlarken huzuru bulmak istiyorsanız yalnızken ağlayın. Ancak o zaman gözyaşlarınız ruhunuzu, kalbinizi yıkar, temizler. Ancak o zaman ağlamanın getirdiği huzuru yaşayabilirsiniz. Rahat rahat gönlünüzce istediğiniz kadar ağlarsınız. Kim ne der, ne düşünür demeden, kimseye niye ağlıyorsunun hesabını vermeden ağlayabilirsiniz ancak yalnızken.

Aşağıdaki yazısında, Mustafa Ulusoy bu konuda daha benim söyleyemediğim pek çok şeyi çok anlamlı bir şekilde ifade etmiş, ağlarken hissettiklerimizi dile getirmiş: (Sanırım bütün ağlayanlara da, ağlayabilenlere de ithaf etmiştir.)


"AĞLIYORSUN. ÇÜNKÜ HÜZÜNLÜSÜN ve güçsüzsün.
Ağlıyorsun. İşte sen busun. Kırılgansın. İncinmişsin. İncitmişsin. Terk etmişsin. Terk edilmişsin. Varsın. Yoksun. Ayrısın. Birleşmişsin. Gitmişsin. Gelmişsin.
Hayat ayaklarının altından kayıyor. Yalpalıyorsun. Başın dönüyor. Zemin un ufak oluyor. Gökyüzündeki güneşe ve göğün maviliğine karşın duyguların griye dönmüş. Kalbine bulutlar toplanıyor. Boğazın sıkışıyor. Daralıyorsun. Çatlayacak kadar sıkışıyorsun. Boşalman gerek. Bir şekilde insanın içindeki basınç düşmeli. Dayanamıyorsun. Ağlıyorsun. Kalbindeki bulutlar gözyaşı sağıyor.
Ağlıyorsun. Ağlayabiliyorsun. Farkettin mi? Ruhundaki acılar kristalize oluyor. Gözyaşı oluyor. Hava kitlesinin soğuğa maruz kaldığında yağmura dönüşmesi gibi. Ruhun üşüyor. Titriyorsun. Çıplaksın. Korunmasızsın. Kendini koruyamıyorsun. Ruhun yardım edemiyor sana. Kalbin yardım edemiyor sana. Hep birlikte ağlıyorsunuz. Kalbin için de kendin için de ağlıyorsun.
Aç bir kedi görüyorsun. Aç bir çocuk dikkatini çekiyor. Yetim bir çocuk kalbine dokunuyor. Sararan yapraklar kalbini delip geçiyor. Özlüyorsun. Buram buram özlüyorsun. Ağlıyorsun. Ağladıkça...
Kalbin delik deşik. Herşey seni yaralayabiliyor. Ne kadar naziksin. Ne kadar kırılgansın. Çünkü insansın.
Ağlıyorsun. Yorgunsun. Yaşamaktan yorgunsun. En çok gönül yorgunusun.. Yaşadıkların kalbinin tabanına birikti. Belki çok şey yaşamadın. Ama çok ağır şeyler yaşadın. Kalbini deliyor sanki yaşadıkların. Ağlıyorsun. Kalbini yıkıyorsun. Biraz da olsa gevşiyorsun.
Ölüm meleği şu an gelse itiraz etmeyeceksin. Dünyanın içindesin. Ama dünyadan soğumuşsun. Gitmek istiyorsun. Öteye geçmek istiyorsun. Ağlıyorsun. Neye mi? Herşeye. Herşey üstüne üstüne geliyor sanki. Çaresizsin. Boşluktasın. Hayattasın ama hayatta olduğunu hissedemiyorsun.
Dur. Ağladığın için zayıf olduğunu mu söylüyorsun? Sakın söyleme bunu. Lütfen söyleme. Hadi geri al sözünü. Çünkü insansın. İşte bu yüzden meleklerden üstünsün. Çünkü melekler gözyaşı dökemez. Çünkü meleklerin kalbi delik deşik olamaz. Çünkü melekler gönül yorgunluğu nedir bilemezler.
Ağlayan insanlara üzülmüyorum biliyor musun? Ağlayan bir insan gördüğümden “neden ağlıyorsun, ağlama, güçlü olmalısın” demeyi çok uzun yıllar önce terkettim. Ağlayan bir insan görsem gözyaşlarını silmek için bir mendil uzatmak geçer içimden. Bu bana dünyanın en kutsal davranışlarından biri gibi gelir. Çok yıllar önce ruhumun keskin bir acıyla üşüdüğü bir anda en sevgili arkadaşımın bana sarılıp cebindeki mendili gözyaşlarımı silmek için verdiği gibi. O mendil kağıttan değil bezden gri renkli bir mendildi. Hayatta en sevdiğim şeylerden biri nedir biliyor musun? Ağlayan bir insana mendil uzatmak. Eğer sen ağlarken sana mendil uzatacak biri yoksa, bu sen olmalısın.
Ağlayabiliyorsun. Ne kadar güçlüsün. Meleklerden bile üstünsün. "

© 2005 karakalem.net / Mustafa Ulusoy

http://www.karakalem.net/?article=1885

Ağaçları kıskanmak

Monday, February 20, 2006


Bu aralar sürekli ağaçları gözlüyorum. Yolda yürürken, işe giderken, eve dönerken, camdan bakarken... Eğer bir şekilde seçme şansım olsaydı ben bu dünyada heralde bir ağaç olmak isterdim. Ağaçları adeta kıskanmaya bile başladım. İstanbul çocuğu olunca tabi ağaçlardan uzakta kalıyorsunuz. Ben hep annemlere sorup öğrenmeye çalışıyorum. Annem hemen bakıp hemen bak bu elma ağacı, ayva ağacı, bu kavak, yok bu kestane diye söyleyebiliyor. Önceleri tüm ağaçlar aynı gibi geliyordu. Sonra ben ağaçları gözlemeye başladıkça ne kadar farklı olduklarını farketmeye de başladım. Yani tabi hepsinin farklı yaprakları falan var ama adeta hepsinin ayrı bir endamı da var, ayrı bir duruşu. Gökyüzüne doğru uzanan dalları bana hep dua için kaldırılan elleri hatırlatır. Sanki her daim ellerini açmış dua ediyorlarmış gibi...

Ağaç olsaydım ne kadar çok işe yarardım. Kuşlara yuva olurdum. İnsanlara gölge olurdum. Yaslanacak, dayanacak bir omuz olurdum. En azından odun olurdum, dayandığı bastonu olurdum, okuduğu kitabı olurdum. Kuruyup ölsem bile bi işe yarardım. Ama en önemlisi Rabbimin bana takdir ettiğini ifa etmiş olurdum. Siz hiç zarar veren, günah işleyen, isyan eden bir ağaç gördünüz mü hem?

Ben ağaç olmak istiyorum. Bir çınar mesela ya da upuzun bir kavak mesela. Ya da yol kenarında, şehirdeki bir parkta, yoğun bir caddenin kaldırımında, bir apartman bahçesinde... Ama bir ormanda olmak istemezdim heralde. Böyle tek başıma bir ağaç olmak isterdim.


Ağaçlar gibi derman olmak, işe yaramak, Rabbinin varlığını, rahmetini, kudretini her halimle tasdik etmek isterdim.

Ağaçları kıskanmak da haksız mıyım?

Acizlik

Saturday, February 11, 2006

Hiç acizliğini iliklerinize kadar hissettiğiniz bir an oldu mu?
Hiç; değiştirmek için, bir şeyin olması için yapamayacağınız hiç bir şey kalmadığını düşündüğünüz, panik içinde yine de kendinizi ordan oraya savurduğunuz, çırpındıkça daha çok battığınız, acı çektiğiniz ama ne sölediklerinizin ne de yaptıklarınızın hiç bir işe yaramadığı oldu mu?
Hiç kabuslarınızdan kaçarken ansızın kabuslarınızın gerçekleştiği oldu mu?
Peki hiç aldığınız derin yaralar aniden hiç ummadığınız bir anda tekrar kanamaya, canınızı ilk günkü gibi yakmaya başladı mı?
Hiç, insanların "bekle,sabret. Zaman her şeyin ilacıdır, zamanla bu da geçer" dediği acılarınız onca zamandan sonra hortladı mı?
Peki bunlar olağan acılar ise (ki bir acı nasıl olağan olabilir, onu da bilmiyorum ama) insanlar napıyolar, aciz kaldıkları bu acıları nasıl geçiyor? Nasıl başa çıkıyorlar? Acıları bir yandan acizlik hissi öte yandan...
Aslında cevabını bildiğim sorular soruyorum... Aklı selim herkes acizliğini ve bunun getirdiği yalnızlığı, güvensizliği hissettiğin andaki tek ilacın dua etmek olduğunu söylüyor. O an sığınabileceğin, sesini duyan, halini gören Yaratıcı'ya dua etmek...
Biliyorum insanın blogunda yazabileceği en depresif yazılardan biri oldu...
 

Powered by Blogger
make money online blogger templates

   





© 2006 Rosygarden | Blogger Templates by Gecko & Fly.
No part of the content or the blog may be reproduced without prior written permission.
Learn how to Make Money Online at GeckoandFly